بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
ٱلَّذِينَ يُقِيمُونَ ٱلصَّلَوٰةَ وَمِمَّا رَزَقْنَٰهُمْ يُنفِقُونَ ٣
Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir.
Bu sure, "Enfal" (Ganimetler) adını birinci ayetten almaktadır.
Sure, H.2. yılda İslâm ile küfür arasındaki ilk savaştan (Bedir savaşından) sonra nazil olmuştur. Sure savaşın ayrıntılı ve kapsamlı bir özetini verdiğine göre, tüm surenin bir defada ve aynı zamanda indirilmiş olması muhtemeldir. Fakat savaş sonucu ortaya çıkan problemlerle ilgili bazı ayetler sonradan indirilmiş ve bir bütün oluşturmak üzere diğer ayetler arasında gerekli yerlere konulmuş da olabilir. Her halukârda, surenin herhangi bir yerinde, bu surenin birkaç bölümden oluşan bir derleme olduğunu gösteren hiç bir işaret yoktur.
Sureyi incelemeye geçmeden önce Bedir savaşına yol açan olaylara bir göz atmakta fayda vardır.
Peygamberliğin Mekke'de geçen ilk on küsur yılında, davet; sebat ve dayanıklılık hususundaki başarısını ispat etmişti. Bu başarı iki noktaya dayanıyordu. Birincisi en üstün karakter özelliklerine sahip olan Hz. Peygamber (s.a) görevini hikmet, hoşgörü ve şevkle yapıyordu. Davranışlarıyla, bu hareketi başarılı bir sona ulaştıracağını ve böylece, bu yolda her tür tehlike ve engeli karşılamağa hazır olduğunu göstermişti. İkincisi, davetin kendisi de o denli etkileliyiciydi ki, kaçınılmaz bir şekilde insanların zihinlerini ve gönüllerini kendisine çekiyordu. Öyle ki cahiliye, hurafe ve ön yargılardan oluşmuş tüm engeller onun gelişmesini önleyemiyordu. İşte bu nedenle, bu "hareket"i önceleri küçümseyen "cahiliye" Arapları, Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke döneminin sonlarında aynı "hareket"i büyük bir tehlike olarak kabul etmeye başlamış ve sahip oldukları tüm güçlerle onu ezmeye çalışmışlardır. Fakat yukarıda değinilen gücüne rağmen hareket, zafere ulaşmasını sağlayacak bazı niteliklerden hâlâ yoksundu:
Birincisi, hareketin çevresine sadece inanmakla kalmayıp kendilerini tamamen onun başarı ve zaferine adayan yeteri sayıda taraftar toplandığı henüz ispatlanmamıştı. Bunlar o denli kendilerini davaya adamışlardı ki, tüm enerji ve çabalarını harcamaya, hatta en yakın akrabaları bile olsa tüm dünyaya karşı davalarını savunmak için savaş açmaya ve bu uğurda canlarını fedaya etmeye hazırdılar. Müslamanların, Mekkeli Kureyşliler elinde en şiddetli işkencelere maruz kaldıkları ve imanlarındaki sebatlarını ve İslâm'a olan bağlılıklarını ispat ettikleri doğrudur. Fakat İslam'ın çevresinde, o idealden başka bir şeyi önemsemeyen ve hayatlarını onun yolunda feda eden bir insan grubu toplandığını gösterilebilmesi için başka denemelere de ihtiyaç vardı.
İkincisi, gerçi İslam'ın sesi tüm ülkeye yayılmıştı, ama onun etkisi ve topladığı güç, sadece belirli bir bölge ile sınırlı kalmıştı. İslam eski "cahiliye" düzeni ile şiddetli bir çatışmaya girecek kadar yeterli bir güce henüz ulaşamamıştı.
Üçüncüsü, İslam'ın henüz kendi yurdu yoktu ve gücünü yoğunlaştırıp, ileriki hareketler için bir dayanak olarak kullanabileceği bir toprağa henüz sahip değildi. Çünkü müslümanlar ülkenin her tarafında dağınık bir haldeydi ve kendilerini yurtlarından söküp çıkarmak isteyen kana susamış düşmanlarıyla, kafirlerle içiçe yaşıyorlardı.
Dördüncüsü, müslümanlar henüz İslam'a dayalı hayat tarzının bereket ve lutuflarını pratikte gösterebilecek bir fırsat ele geçirmemişlerdi. Ne bir İslam kültürü, ne bir İslam ekonomisi sosyal ve siyasal sistemi, ne de onlara yol gösterecek savaş ve barış ilkeleri vardı. Bu nedenle müslümanar, tüm hayat tarzlarının dayanağını teşkil edecek bu ahlakî ilkeleri ortaya koyma fırsatı bulamamışlardı. Müslümanların bir toplum olarak davalarını tebliğde samimi oldukları da bir deneme ile henüz ortaya konmamıştı.
Allah bu eksiklikleri doldurmak için fırsat yarattı.
Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke'de geçirdiği son dört yıl boyunca İslam'ın sesi Yesrib'de (Medine'de) etkisini hissettiriyor ve Yesribliler, çeşitli nedenlerle diğer Arap kabilelerinden daha hızlı ve hazır bir şekilde daveti kabul ediyorlardı. Hatta Peygamberliğin onikinci yılında, hac mevsiminde 75 kişilik bir heyet gecenin karanlığında Hz. Peygamber (s.a) ile buluştu. Bu insanlar sadece iman etmekle kalmadılar, aynı zamanda ona ve taraftarlarına bir yurt, yuva vermeyi teklif ettiler. Hz. Peygamber de (s.a) Allah'ın lutfettiği bu çığır-açan fırsatı değerlendirdi.
Yesribliler bu teklifin ciddiyetini biliyorlardı ve bunun sadece bir mülteciye sığınma hakkı vermek anlamında olmadığını, fakat lider ve başkanları olması için Allah'ın Rasûlü'nü davet etmek demek olduğunun da farkındaydılar. Aynı şeklide muhacirlerle birlikte, kendilerinin de katılacağı düzenli bir toplum oluşturmak üzere davet ettiklerini de biliyorlardı. O halde Yesriblilerin yaptığı teklif,Yesrib'i "İslam Şehri" yapmaktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) onların davetini kabul etti ve Yesrib'i Arabistan'da ilk "İslam Şehri" yaptı.
Yesribliler bu teklifin ne anlama geldiğini de biliyorlardı. Bu teklif aslında, tüm Arabistan'a savaş ilanı ve kendilerine ekonomik ve sosyal boykot uygulanmasına da bir çağrıda bulunmak demekti. Ve Yesribli "Ensar" Akabe'de Hz. Peygamber'e (s.a) biat ettiklerinde, bunun sonuçlarının da farkındaydılar. Biat sırasında Yesribli delegelerin en genci olan Esad bin Zürare (r.a) ayağı kalktı ve şöyle dedi: "Ey Yesribliler! Beni dinleyin ve meseleyi etraflıca düşünün. Biz onu Allah'ın Rasûlü olarak kabul edip geldik, ama tüm Arabistan'ın düşmanlığını üzerimize çekeceğimizi de bilmeliyiz. Çünkü onu Yesrib'e götürdüğümüzde bize saldıracak ve çocuklarımız kılıçtan geçirilecek. Bu nedenle, eğer bunu karşılamaya cesaretiniz varsa ona biat edin. O zaman Allah size onun mukafatını verir. Ama sizin kendi canınızı ondan ve getiridiği mesajdan daha çok seviyorsanız, bu meseleyi burada bırakın ve açıktan açığa özür beyan edin. Çünkü Allah şu anda özürlerinizi kabul eder."
Heyetten Abbas bin Ubade bin Nadle, aynı noktaları vurguladı:
"Bu şahsa yaptığınız bağlılık yemininin ne ifade ettiğini biliyor musunuz?" ("Evet, biliyoruz" sesleri) . "Siz ona biat etmekle tüm dünyaya savaş ilan ediyorsunuz. Artık hayatlarınız ve mallarınız için her tür muhtemel tehlike gündemdedir. Bu nedenle iyi düşünün. Eğer, zihninizden o zaman onu düşmanlarına teslim etmek gibi bir düşünce geçiyorsa, onu şimdi yalnız bırakmak daha iyidir. Çünkü böyle bir davranış size bu dünyada da ahirette de utanç ve zillet getirecektir. Diğer taraftan eğer bu davetin neden olacağı tüm sonuçlara göğüs gereceğinize samimiyetle inanıyorsanız, o zaman en hayırlısı ona biat etmenizdir. Çünkü Allah'a andolsun ki bu size bu dünyada da, ahirette de hayır getirecektir."
Bunun üzerine heyettekilerin hepsi bir ağızdan bağırdılar. "Bütün servetimizi, akrabalarımızı ve ailemizi onun uğrunda feda etmeye hazırız."
İşte "İkinci Akabe Biatı" diye bilinen meşhur bağlılık yemini bu zaman yapıldı.
Diğer taraftan Mekkeliler de kendi açılarından bunun ne anlama geldiğinin farkındaydılar. Çok iyi tanıdıkları Hz. Muhammed'in (s.a) sahip olduğu büyük şahsiyeti, olağanüstü yetenekleriyle bu anlaşma sonucunda büyük bir destek kazanacağının farkına vardılar. Çünkü bu, Rasulullah'a (s.a) olan bağlılık ve sebatları denenmiş olan müminlerin Hz. Peygamber'in (s.a) liderlik ve rehberliğinde disiplinli bir toplum halinde birleşip bütünleşmelerine yardım edecekti. Ve kafirler bunun, kendi eski hayat tarzları için ölüm anlamına geldiğini de biliyorlardı. Hayatlarını kazandıkları tek ve en önemli kaynak olan ticaret için de Medine'nin ne denli stratejik bir öneme sahip olduğunun da farkındaydılar.
Medine'nin coğrafi konumu, müslümanların, Yemen'le Suriye arasındaki ticaret yolunu kesmelerini ve böylece onların ve diğer putperest kabilelerin ekonomilerini kökten sarsmalarını mümkün kılacak nitelikteydi. Taif ve diğer bölgeler hariç sadece Mekkelilerin bu yol üzerinden yaptığı ticaretin değeri yılda ikiyüz bin dinar tutuyordu.
Kureyşliler Akabe Biatı'nın ifade ettiği anlamdan haberdar oldukları için, o gece bu bağlılık yeminini haber aldıklarında büyük bir rahatsızlık duydular. İlk önce Medinelileri kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Fakat müslümanların küçük gruplar halinde Medine'ye hicret ettiklerini görünce, Hz. Peygamber'in de (s.a) bir müddet sonra hicret edeceğini anladılar. Bundan sonra, bu büyük tehlikeyi engellemek için kesin bir tavır almak için hazırlandılar.
Hz. Peygamber'in (s.a) hicretinden birkaç gün önce Kureyşliler meseleyi görüşmek üzere bir toplantı yaptılar. Bir müddet tartıştıktan sonra, Hz. Peygamber'in (s.a) hayatına son vermek üzere Beni Haşim hariç Kureyş'in her kabilesinden bir kişi seçilmesine karar verdiler. Bunun amacı Hz. Peygamber'in (s.a) ailesinin diğer Kureyş kabilelerinin tümü ile savaşmasını zorlaştırmak ve onları, Hz. Peygamber'in (s.a) öldürülmesine karşılık intikam almak yerine, kan diyeti almayı kabul etmeye zorlamaktı. Fakat Allah'ın bir lütfu sonucu Hz. Peygamber'in (s.a) hayatını hedef alan tuzak, onun takdir edilecek basireti ve Allah'a duyduğu tam güven sayesinde başarısızlıkla sonuçlandı ve Hz. Peyamber (s.a) sağ salim Medine'ye ulaştı. Onun hicret etmesini engelleyemeyince, Medine'ye ulaştığından beri Hz. Peygamber'e (s.a) kin besleyen Abdullah b. Ubey'den faydalanmayı düşündüler.
Abdullah, Medine'nin ileri gelen liderlerindendi ve halkı onu kral yapmaya karar vermişti. Fakat Evs ve Hazreç'in çoğunluğu müslüman olup, Hz. Peygamber'i (s.a) lider, rehber ve başkanları olarak kabul edince, onun kral olma konusundaki tüm ümitleri suya düştü. Bu nedenle Kureyşliler ona şöyle bir mektup yazdılar: "Siz bizim düşmanımıza sığınma hakkı tanıdığınız için, açıkça söylüyoruz ki, ya onunla kendiniz savaşır veya onu şehrinizden sürgün edersiniz ya da Allah'a andolsun ki şehrinize saldırır, erkeklerinizi öldürür ve kadınlarınızı cariye ediniriz." Bu mektup Abdullah b. Ubey'in kıskançlık duygularını alevlendirdi ve bazı tuzaklar kurmaya niyetlendi. Fakat Hz. Peygamber (s.a) tam zamanında gerekli önlemleri aldı ve onun düzenleri bozuldu.
Kureyşliler tehdit için bir fırsat daha buldular. Medine'nin ileri gelenlerinden biri olan Sa'd b. Muaz, Umre için Mekke'ye gittiğinde, Ebu Cehil, Kabe'nin önünde onun yolunu kesti ve şöyle dedi: "Siz bizim dinimizi reddedenlere sığınma hakkı vermiş ve onlara yardım etmişken, senin huzur içinde umre yapmana izin vereceğimizi mi sanıyorsun? Eğer Umeyye b. Halef'in misafiri olmasaydın, buradan canlı çıkamazdın." Sa'd: "Allah'a andolsun, eğer beni bundan alıkoyarsan ben de senden daha kötü bir intikam alırım ve senin Medine'den geçen yolunu keserim." cevabını verdi. Bu olay, Mekke'lilerin, Müslümanları Kabe'ye hac ziyareti yapmaktan alıkoyacakları, Medinelilerin ise buna karşılık Suriye ticaret yolunu İslam düşmanlarına kapatacakarı konusunda bir ilâna neden oldu. Gerçekte Müslümanların, çıkarları bu ticaret yoluna bağlı olan Kureyşlileri ve diğer kabileleri, İslam'a karşı düşmanca tavırlarını tekrar gözden geçirmeye zorlamak için bu yolu dikkatli bir gözetim altında tutmaktan başka seçenekleri yoktu. İşte bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) bu probleme çok büyük önem vermiştir. Yeni kurulan İslam toplumunu organize etmek için gerekli ilk düzenlemeleri ve komşu Yahudi topluluklarıyla barış anlaşmaları yaptıktan sonra, bu bağlamda iki önlem almıştır.
Birincisi, Kızıl Deniz'le bu ticaret yolu arasında yaşayan kabilelerle anlaşma yapıp onları müslümanlarla tarafsızlık (neutrality) anlaşması imzalamaya ikna etmek üzere görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerde başarılı oldu ve sahildeki dağlık bölgenin en önemli kabilelerinden bir olan Cuheyne ile tarafsızlık anlaşması yaptı. Daha sonra, Hicretin birinci yılının sonunda, Yenbu ve Zu'l-Uşayra'ya yakın bir yerde yaşayan Beni Demre kabilesi ile savunma anlaşması yaptı. H. 2. yılda Beni Müdlic de, Beni Demre'nin komşuları olduğundan bu anlaşmaya dahil oldu. Daha sonra Müslümanların yürüttüğü tebliğ hareketinin sonucu bu kabilelerden bir çoğu İslam'ı kabul etti.
İkincisi, Hz. Peygamber (s.a) Kureyşlilere bir uyarı olsun diye bu yola arka arkaya kendi adamlarından oluşan küçük gruplar gönderdi ve bazılarında kendisi de bulundu. Hicret'in birinci yılında bu yola dört sefer yapıldı: Hz. Hamza'nın liderliğindeki sefer, Ubade b. Haris'in ve Sa'd b. Ebi Vakkas'ın liderliğindeki seferler ve Hz. Peygamber'in (s.a) liderliğindeki Ebva Seferi. İkinci yılın ilk ayında aynı ticaret yoluna iki akın daha düzenlendi. Bunlar da Buvat gazvesi ve Zu'l-Uşayra gazvesi diye bilinirler. Tüm bu gazve ve akınlar hakkında önemli olan iki nokta dikkate değer:
Birincisi, bu akınlardan hiçbirinde ne kan dökülmüş, ne de bir kervan yağmalanmıştır. Bu da, bu akınların asıl amacının Kureyşlilere rüzgarın hangi yönde estiğini göstermek olduğunu açığa çıkarmak olmuştur. İkincisi, bu akınlardan hiç birine Hz. Peygamber (s.a) hiçbir Medineliyi göndermedi. Bütün akın grupları sadece muhacirlerden oluyordu. Böylece çatışma Kureyşliler arasında kalacak ve başka kabilelerin girmesiyle daha da yayılmayacaktı. Diğer taraftan, Mekke'deki Kureyşliler bu çatışmaya başkalarını da sokmaya çalışıyorlardı. Medine'ye akın birlikleri gönderdiklerinde insanları talan etmekten çekinmiyorlardı. Mesela, Kurz b. Cabir el Fihri liderliğindeki grup, gerçek niyetlerinin ne olduğunu gösterecek şekilde şehrin hemen dışında Medinelilerin sığırlarını talan edip ele geçirdiler.
İşte H. 2. yılında Şaban ayında (M.S. Şubat veya Mart 632) sadece otuz kırk kişinin koruyuculuğunda 50.000 dinar veya daha fazla değerinde mal taşıyan Kureyş ticaret kervanının Suriye'den Mekke'ye giderken Medine'den kolayca saldırılabilecek bir bölgeye geldiğinde durum böyleydi. Kervan binlerce liralık ticari mal taşıdığı ve çok iyi korunmadığı için, kervanın lideri Ebu Süfyan, doğal olarak ve daha önceki deneyiminin de etkisiyle müslümanların bir saldırı düzenlemesinden korktu. Bu nedenle, tehlikeli bölgeye girer girmez, çılgın görünüşüyle yardım çağrısında bulunması için bir sürücüyü Mekke'ye gönderdi. Sürücü Mekke'ye geldiğinde, eski bir Arap geleneğine uyarak, devesinin kulaklarını yırttı, burnunu kesti ve devesine ters bindi. Daha sonra gömleğini önden ve arkadan yırtarak tüm sesiyle bağırdı: "Ey Kureyşliler! Ebu Süfyan yönetiminde Suriye'den gelen kervanımızı korumak için yardım gönderin, çünkü Muhammed ve adamları onun peşinde. Aksi takdirde mallarınıza kavuşacağınızı sanmam. Koşun, yardıma koşun!
"Bu tüm Mekke'de heyecan ve kızgınlık yarattı ve Kureyş'in bütün ileri gelenleri; savaşa hazırlandılar. 600 silahlı asker ve 100 süvarinden oluşan bir ordu, büyük bir coşku ve gösterişle savaş için yola çıktı. Amaçları sadece kervanı kurtarmak değil, aynı zamanda Medine'de güçlenen müslümanların bu yeni tehdidine toptan bir son vermekti. Ticaret yolunu gelecekte tamamen güvenilir bir hale getirmek için, bu yükselen gücü kırmak ve çevredeki kabileleri korkutup sindirmek istiyorlardı.
Etrafta olan olaylardan ve çevrenin durumundan her zaman haberdar olan Hz. Peygamber (s.a) karar verme zamanının ve cesurca bir adım atma anının geldiğini hissediyordu. Bu an kullanılmazsa İslami hareket ebeddiyen sona erebilir ve tekrar dirilmesine hiç bir şans kalmayabilirdi. Çünkü eğer Kureyşliler Medine'ye saldırırsa, şans müslümanların aleyhine olurdu. İslam toplumu hala tehlike ve sarsıntı içindeydi. Çünkü Muhacirler, Medine'de kaldıkları bu kısa süre içinde (iki yıldan az) henüz ekonomik durumlarını düzeltmemişlerdi. Ensar henüz denenmemişti ve komşu Yahudi topluluklar da düşmanca bir tutum içindeydi. Yanısıra Medine'nin içinde güçlü bir müşrik ve münafık grubu vardı. Bunun da ötesinde komşu kabileler Kureyş korkusuyla yaşıyorlar ve onlara dini açıdan yakınlık duyuyorlardı. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) bu muhtemel saldırı sonuçlarının müslümanların lehine olmayacağını hissediyordu.
İkinci ihtimal ise, Kureyşlilerin Medine'ye saldırmayıp sadece bir kuvvet gösterisi ile kervanlarını sağ salim kurtarmaya çalışmalarıydı. Bu durumda da, eğer müslümanlar hareketsiz kalırsa bu onların şöhretini kötü yönde etkileyecekti. Bu çatışmada müslümanların göstereceği bir zayıf tutum, diğer Arapları da cesarete geçirecek ve ülkede müslümanların hayatını çok güvensiz bir konuma sokacaktı. Kureyş'in örnek olmasıyla, çevre kabileler onlara düşmanlık yapacak, Medineli Yahudi, müşrik ve münafıklar da apaçık müslümanlara başkaldıracak ve sadece can, mal ve haysiyet güvenliğini tehlikeye sokmakla kalmayacak, aynı zamanda onların Medine'de yaşamasını bile zorlaştıracaktı.
Müslümanlar, hayatlarını, mal ve şereflerini korumak için düşmanlarının kalplerine korku da salamayacaklardı. Durumun dikkatle incelenmesi, Hz. Peygamber'i (s.a) bu kararlı adımı atmaya ve toplayabildiği güçle savaşa gitmeye yöneltti. Çünkü ancak bu şekilde İslam toplumunun yaşamaya hakkı veya yok olmaya mahkum olup olmadığı gösterilmiş olacaktı.
Hz. Peygamber (s.a) bu büyük kararı verdiğinde, tüm Ensar ve Muhacirleri topladı ve hiç bir şeyi gizlemeksizin tüm meseleyi onlara anlattı: "Allah size iki şeyden biriyle karşılaşmayı vaddetti; kuzeyden gelen kervan veya güneyden gelen Kureyş ordusu. Hangisine saldırmak istiyorsunuz?" Oradakilerin çoğu kervana saldırmak istediklerini söylediler. Fakat başka bir noktayı gözönünde bulunduran Hz. Peygamber (s.a) sorusunu tekrarladı. Bunun üzerine Muhacirlerden Mikdad b. Amr ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"Ey Allah'ın Resûlü, Allah'ın sana emrettiği yöne git, nereye gidersen biz seninle beraber geliriz. Biz İsrailoğulları gibi: "Git ve Rabbinle birlikte savaş, biz sizi burada bekliyoruz," demeyiz. Bilakis: "Git ve Rabbinle birlikte savaş; biz de son nefesimize dek sizin yanınızda savaşacağız" deriz. "Peygamber (s.a) yine bir karara vardığını belirtmedi ve henüz İslam uğrunda hiçbir savaşta rol almayan Ensar'dan bir cevap bekledi. Bu onların İslam uğrunda savaşmaya hazır olduklarını ispat edecekleri ilk fırsat olduğundan Hz. Peygamber (s.a) direkt olarak onlara hitap etmeksizin üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Ensar'dan Sa'd b. Mu'az ayağa kalktı ve: "Galiba bu soruyu bize soruyorsun" dedi. Hz. Peygamber (s.a) "Evet" deyince Sa'd şu cevabı verdi: "Biz sana inandık, senin getirdiğin şeyin hak olduğunu tasdik ettik ve seni dinlemek ve sana itaat etmek üzere kesin söz verdik. Bu nedenle, Ey Allah'ın Resulü neyi dilersen onu yap. Seni Hak'la gönderen Allah'a andolsun ki seni deniz kıyısına kadar takip etmeye hazırız. Eğer denize girersen biz de seninle birlikte gireriz. Seni temin ederiz ki, hiç birimiz geride kalmaz ve seni terketmez. Bizi yarın savaş alanına götürsen de seninle birlikte savaşa gitmekte hiç birimiz tereddüt etmeyiz. Savaşta sebat edeceğiz ve hayatımızı orada feda edeceğiz. Ümit ederiz ki, bizim bu davranışımız Allah'ın rahmetiyle senin kalbini ferahlatır. Bu nedenle, Allah'ın lütfuna güvenerek bizi savaş alanına götür."
Bu konuşmalardan sonra, kervana doğru değil, Kureyş ordusuna doğru yürünülmesine karar verildi. Fakat bu kararın çok sıradan bir özelliğe sahip olduğuna dikkat edilmelidir. Çünkü savaş alanına giden askerlerin sayısı üçyüzden biraz fazlaydı. (86 Muhacir, 61 Evs'li 170 Hazreç'li) Bu küçük ordunun silahları azdı ve savaş için teçhizatları yoktu. Sadece birkaç tanesinin atı vardı ve diğerleri sahip oldukları toplam 70 deveye sırayla üçer dörder binmek zorundaydılar. Her şeyin ötesinde savaş için yeterli silahları yoktu. Sadece 60 kişinin zırhı vardı. Bu nedenle hayatlarını İslam uğruna feda etmeye hazır olanlar hariç, savaşa katılanların çoğu bile bile ölüme gidiyormuşçasına korku ile dolmuşlardı. Olaylara kişisel çıkarları açısından bakanlar da vardı. İslam'ı kabul etmiş olmalarına rağmen, bu imanın kendilerinden canlarını ve mallarını feda etmelerini isteyebileceğini idrak edemiyorlardı. İşte bunlar, bu seferin dini heyecandan kaynaklanan akılsızca bir savaş olduğunu düşünüyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) ve gerçek müminler hayati risk taşıyan bu kritik anın önemini kavramışlardı.
Bu nedenle Allah'a dayanarak dosdoğru Kureyş ordusunun geldiği güney batıya yöneldiler. Bu onların başlangıçtan beri kervanı yağmalamak için değil, Kureyş ordusu ile savaşmak üzere yola çıktıklarını göstermektedir. Çünkü eğer kervanı yağmalamayı düşünmüş olsalardı, güney-batı yönüne değil kuzey-batı yönünü tutarlardı.
İki ordu Ramazan'ın on yedinci günü Bedir'de karşılaştılar. İki ordu karşı karşıya geldiğinde ve Hz. Peygamber (s.a) Kureyş ordusunun müslümanlarının üç katı olduğunu ve daha iyi silahlandığını gördüğü zaman, ellerini yukarı kaldırdı ve büyük bir tevazu ile şu duayı yaptı: "Allah'ım! İşte Kureyşliler savaş teçhizatlarıyla övünüyorlar, senin Rasulü'nün yalancı olduğunu ispatlamaya gelmişler. Allah'ım! Bana vahyettiğin yardımı gönder. Allah'ım! Eğer senin kullarından oluşan bu küçük ordu helâk olursa, o zaman yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak."
Savaşta Mekkeli muhacirler en ağır imtihana tabi tutuldular. Çünkü yakın akrabalarına karşı savaşmak kendi babalarını, oğullarını dayı ve amcalarını kılıçtan geçirmek zorundaydılar. Sadece Hakkı samimiyetle kabul etmiş ve bâtılla tüm bağlarını koparmış olanlar böyle zor bir imtihandan başarıyla çıkabilirdi. Diğer taraftan Ensar'ın tabi tutulduğu imtihan da kolay değildi. Ensar o zamana dek, müslümanlara sağınma hakkı tanıyarak Kureyşlileri ve müttefiklerini sadece dışlamakla kalmışlardı. Fakat şimdi, ilk defa, onlarla savaşacaklar ve uzun sürecek bir savaşın tohumlarını atacaklardı. Bu da büyük bir imtihandı, çünkü birkaç bin kişilik nüfusa sahip bir şehrin tüm Arabistan'a karşı savaşın yükünü taşıyacağı anlamına geliyordu. Şu da açık bir gerçek ki, sadece kişisel çıkarlarını feda edecek kadar İslam'a bağlı olanlar bu cesurca adımı atabilirlerdi.
Böylece Allah, Muhacirlerin ve Ensar'ın kendilerini feda etmelerini, samimi imanları nedeniyle kabul etti ve onları yardımı ile mükafatlandırdı. Kibirli, iyi silahlanmış Kureyş ordusu, İslam'ın bu silahsız erleri tarafından yenilgiye uğratıldı. Onlardan 70 kişi öldürüldü, 70 kişi de esir alındı. Ayrıca bu öldürülenlerin içinde İslam'a en büyük düşmanlıklar yapan Kureyş liderleri de vardı. Bu büyük zaferin, İslam'ı kendi adıyla anılan bir güç haline getirmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Batılı bir araştırmacı, Bedir savaşından önce İslam'ın sadece bir din ve bir devlet olduğunu, fakat savaştan sonra bir devlet dini ve hatta devletin kendisi olduğunu söyler.
Surede işte bu büyük savaş ele alınmaktadır. Fakat bu inceleme, genellikle büyük savaşlardan sonra kumandanların yaptığı incelemeden oldukça farklıdır:
Zafere sevinmek yerine, müslümanların kendilerini ıslah etmeleri için savaş sırasında yüzeye çıkan ahlakî zayıflıklara işaret edilmektedir.
Müslümanların Allah'a güvenip dayanmayı ve sadece O'na ve Resûlü'ne itaat etmeyi öğrenmeleri için, zaferin, onların cesaret ve yiğitlikleriyle değil, Allah'ın yardımı sonucu olduğu vurgulanmaktadır.
Hak'la bâtıl arasındaki çatışmadan alınacak ahlâkî ders bildirilmekte ve bir çatışmada başarıya sebep olan nitelikler açıklanmaktadır.
Daha sonra güzel bir ders vererek, etkili müşriklere, Yahudilere, münafıklara ve savaş esirlerine hitap etmektedir.
Bunun yanısıra savaş ganimetleri ile ilgili talimatlar da verilmektedir. Müslümanlara bunları kendi hakları olarak değil, Allah'ın lütfu olarak kabul etmeleri söylenmektedir. Bu nedenle onlar kendilerine ayrılan payı memnuniyetle kabul etmeli ve Allah'ın kendi yolunda ve fakirlere harcanması için ayırdığı payı gönül hoşluğu ile bırakmalıdır.
Daha sonra sure savaş ve barış kanunları ile ilgili talimatlar da verir, çünkü bunlar İslamî hareketin o dönemde içinde bulunduğu aşama için çok zaruriydi. Burada müslümanlara, savaşta ve barışta "cahiliye" adetlerinden sakınmaları ve böylece yeryüzünde kendi ahlâkî üstünlüklerini kurmaları emredilmektedir. Bu, aynı zamanda, İslâm'ın ta başından beri tüm dünyaya tebliğ ettiği ve pratik hayatın dayanağını teşkil etmesi gerektiğini savunduğu ahlakın, pratikte uygulanması ve bunun tüm dünyaya gösterilmesi anlamına geliyordu.
Sure aynı zamanda, Dar'ül İslam'da (İslam yurdu) ve bunun sınırları dışında yaşayayan müslümanların statülerini belirlememize yarayacak İslam anayasasının bazı maddelerini de ortaya koymaktadır.
Bu sure, Bedir savaşını anlatırken (cihadın sadece bize ait yönü olan) savaş ve barışla ilgili genel ilkeler vazeder ve bunları, müslümanların ahlâkî eğitimi için kullanır.
1-41: Bu bölüm "savaş ganimetleri" ile ilgili soruları ele alır. Kur'an, bunların savaş ganimetleri değil, "Allah'ın nimet ve lütfu" olduğunu söyler ve Bedir savaşının (ve diğer savaşanların da) müslümanların çabaları ile değil, Allah'ın yardımı ile kazanıldığını göstererek bunu ispat eder. Aynı zamanda (39. ayette) müslümanların savaştaki amacının, ganimet toplamak değil, İslamın vazedilmesine engel olan tüm elverişsiz şartları ortadan kaldırmak olması gerektiği söylenir. Bunun yanısıra, ganimetler, Allah'ın nimetleri olduğu için Allah ve Resûlü'ne aittir ve onları toplama hakkı sadece Allah ve Resûlü'ne aittir. Daha sonra müslümanlar bu şartları kabul edecek bir konuma getirildikten sonra 41. ayette ganimetlerin nasıl bölüştürüleceği açıklanır.
42-54: Bedir savaşının sonucu, İslam'ın "cahiliye"ye galip geleceği bir şekilde Allah tarafından daha önce belirlenmişti. Bundan alınacak ders, müslümanların Allah'a güvenmeleri ve kafirler gibi şeytanın saptırmalarına kanmamalarıdır.
55-59: Anlaşmalara sadakat emredilmekte ve müslümanlardan karşı taraf bozmadıkça yapılan anlaşmalara uymaları istenmektedir.
60-66: Müslümanlar her an cephede savaşmaya hazır olmalıdırlar, fakat, karşı taraf istediğinde her an barış yapmaya da hazır olmalıdırlar.
67-71: Bu ayetlerde savaş esirleri ile ilgili talimatlar verilmektedir.
72-75: Müslümanlara düşmanlarına karşı bir bütün halinde olabilmeleri için, birbirleriyle uyumlu bir ilişki içinde olmaları gerektiği öğretilmektedir.
Kaynak: Mevdûdî - Tefhimu'l Kur'an
ٱلَّذِينَ يُقِيمُونَ ٱلصَّلَوٰةَ وَمِمَّا رَزَقْنَٰهُمْ يُنفِقُونَ ٣
Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir.